İran Tarihinin Kalbinde Gizli Hikâyeler ve Sessiz Acılar
İran tarihinin derinliklerinde gizli kalmış anlatılar vardır; acıların, adaletsizliğin ve dayatılan sessizliğin hikâyeleri. Bunlar, diktatörlüğün gölgesinde işkence gören, kaybolan ve unutulan insanların hayat hikâyeleridir.Bu anlatı, dört yaşındaki bir çocuğun ve ailesinin gerçek hikâyesidir; güvenlik ve huzur yerine korku ve belirsizlik içinde nefes alan bir ailenin hikâyesi. Sessiz kalmış bir vicdanın, yutulmuş bir öfkenin ve asla haykırma fırsatı bulamamış bir gerçeğin öyküsüdür.
Bu satırlarda, tek suçları vicdan sahibi olmak olan, sade ve insanca yaşayan bir ailenin hayatına değineceğiz.
SAVAK karanlığının ülkenin üzerine çöktüğü bir dönemde… Ben sadece dört yaşındaydım. Ne hapishaneyi tanırdım ne de "SAVAK" kelimesini duymuştum. O sabah annem, beni ve yedi yaşındaki kardeşimi uyandırdı ve sonradan adının SAVAK olduğunu öğrendiğim bir yere götürdü.
Babam aylardır kayıptı. Ne bir haber, ne bir mektup, ne de bir iz vardı. Ta ki bir gün, arkadaşlarından biri gelip SAVAK tarafından tutuklandığını söyleyene kadar.
Umuda Kör Bir Yolculukla
Annem ona yemek hazırladı ve sabah erkenden SAVAK hapishanesinin kapısına gittik. Saatlerce bekledik. Bir görüş, bir iz, hatta bir kelime umuduyla. Ama tek aldığımız şey, acımasızlıktı. Soğuk ve duygusuz yüzlü bir adam şöyle dedi: “Bu isimde biri burada yok.” Ardından, hiçbir tereddüt göstermeden, annemin elinden yemeği aldı, duvara fırlattı ve kapıyı sertçe kapattı...
Babam bir siyasi aktivist değildi. Yalnızca uyanık bir vicdana ve sevgi dolu bir kalbe sahip bir adamdı. Ama işte bu insanlık, Şah rejimi için bir tehdit demekti. Aylarca yargılanmadan hapsedildi. Ailesinin ne haberi vardı, ne erişimi, ne de umut edebileceği bir ışık. Ve babam serbest bırakıldığı gün, eve dönecek parası dahi yoktu. Çünkü Pehlevî rejimi, tüm mal varlığını yasal bir süreç olmadan elinden almıştı. Ama merhametli bir şoför, hiçbir karşılık beklemeden onu eve götürmüştü. Halkın bu sade vicdanı, o yılların karanlığında gördüğümüz tek ışıktı — ne taht, ne güç, ne de şah…
Milletin hizmetkârı olduğunu söyleyen şah, sadece SAVAK'ı kurup güçlendirmekle kalmadı, aynı zamanda bu milletin tüm servetini çaldı ve kaçtı.
Belgelere göre, İran şahı ülkeden çıkarken yanında 35 milyar dolar nakit para götürdü. Buna ek olarak, 384 bavuldan oluşan bir mücevher koleksiyonu; 5 bin elmas, 50 zümrüt ve 368 değerli inciden oluşan iki taç da vardı.
Bu servet sadece kendisine ve ailesine ABD’de 47 yıllık lüks bir yaşam garantilemekle kalmadı, Pehlevî ailesinin gelecek nesillerini de ömür boyu refah içinde yaşatmaya devam ediyor.
Elbette saltanatın gidişiyle zulüm sona ermedi. “Özgürlük” vaadi hâlâ bir seraptı. Yeni rejim, aynı baskı araçları ve aynı korku tadıyla, özgürlük umudu taşıyan halka karşı ayaklandı.
Hatta yıllar sonra, SAVAK’ın o zamanki başkanı, adı “Khodaparast” (Tanrı'ya tapan) olan şahıs, İslam rejimi tarafından Mahabad kentinde idam edildi.
Bugün, İran halkı, cumhuriyet adını taşıyan ama istibdat ruhunu yaşatan İslam Cumhuriyeti’ne karşı ayaklanmış durumda.
Ama inanılması güç olsa da, bazı İranlılar hâlâ o hain şahın oğlunu geri getirmeye çalışıyor. Oysa ki, bu şahıs sadece babasının kaderinden ders almamakla kalmadı, aynı zamanda halkın kanını emen rejimlere hizmet etmeyi tercih etti.
En acı olanı ise, hâlâ bazı insanların bu yalanlara ve göstermelik sloganlara kanıp, gerçeği reddetmeleri.
Çünkü eğer şah onurlu bir adam olsaydı, SAVAK’ı kurmazdı. Bir parça vicdanı olsaydı, halkın servetini yağmalamazdı. Dürüst olsaydı, silahsız ve alçakgönüllü bir adam olan babamdan ve onun gibi vicdan sahibi insanlardan korkmazdı…
Bu hikâye sadece benim babamın hikâyesi değildir. Bu, İran'da diktatörlüğün sonsuz döngüsünün kurbanı olan binlerce onurlu ve savunmasız insanın hikâyesidir.
Babam bir kahraman değildi, devrimci değildi. Sadece onurlu bir adamdı… ve onun kaderi, sessizlik
Yorumlar