Göçmen Karşıtlığı: Batı’nın da Derinleştirdiği Küresel Bir Yara!
İnsan onurunun giderek daha çok dillendirildiği bir dünyada, sessizce yayılan bir olgu var: göçmen karşıtlığı. Bu olgu yalnızca insan haklarını çiğnemekle kalmıyor, aynı zamanda birçok hükümetin, kurumun ve hatta modern toplumların ikiyüzlü yüzünü de gözler önüne seriyor.
Yıllardır Batılı medya ve hükümetler — Avrupa’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne kadar — kendilerini diğer ülkelerin davranışlarını izleyen ve yargılayan birer denetçi gibi sunuyorlar. İnsan hakları kisvesi altında, özellikle Afganlar olmak üzere göçmenlere yönelik ayrımcılık nedeniyle İran gibi ülkelere sert eleştiriler yöneltiyorlar. Bu eleştiriler çoğu zaman yerinde ve gerekliydi.
Ancak bugün, göçmen karşıtı duygular yalnızca bizim sınırlarımızın ötesinde değil; Avrupa ve ABD’de de kurumsallaşıyor, yasallaşıyor ve meşrulaştırılıyor. Bazı açılardan, Batı’da bugün yaşananlar, demokratik olmayan ülkelerdeki göçmen baskılarından daha açık ve daha vahşi hale geldi.
Bir zamanlar göçün, kültürel çeşitliliğin ve daha iyi bir yaşam hayalinin sembolü olan Amerika Birleşik Devletleri; çocukların ailelerinden koparılması, insanlık dışı kamplarda uzun süreli gözaltılar ve sınır duvarları gibi uygulamalarla milyonlarca göçmenin umudunu elinden aldı. Göçmenlik yasaları öylesine karmaşık ve kısıtlayıcı hale geldi ki, yalnızca sığınmacılar değil, yasal göçmenler bile kendilerini güvende hissetmiyor. Medya ve siyasetçiler, göçmenleri düşman, ekonomiye, kültüre ve güvenliğe tehdit olarak resmediyor.
Avrupa’da — savaş, göç ve iltica geçmişine sahip bir kıtada — göçmenler artık fazlalık bir yük ve ulusal kimliğe tehdit olarak görülüyor. Avrupa Birliği'nin sınırları, özellikle Yunanistan, İtalya, Macaristan ve Fransa’da, mülteciler için birer savaş alanına dönüşmüş durumda. Akdeniz’de batan tekneler, kamplarda ölen çocuklar ve yıllardır belirsizlik içinde yaşayan aileler, modern dünyanın görmek istemediği daha büyük bir trajedinin parçalarıdır.
Peki soru şu: İran ve bölgedeki diğer ülkeleri göçmen hakları ihlalleriyle yüksek sesle suçlayan bu dünya, kendi göç politikalarındaki sessizliğini nasıl açıklıyor?
Küresel adalet yalnızca “daha medeni” tarafta doğanlar için mi geçerli?
Bir göçmenin ten rengi, milliyeti ya da dili değiştiğinde insan hakları değerini mi yitiriyor?
Oysa insan hakları evrensel, sınırlar üstü ve koşulsuz değil midir? Tahran’da bir Afgan mülteciye merhametle yaklaşılabilirken, Polonya ya da Teksas sınırında neden yaşama hakkı olmayan bir sorun olarak görülüyor?
Bu ikiyüzlülük, insan hakları, adalet ve insanlık kavramlarına olan güveni derinden sarsıyor. Siyasi araçlara indirgenmiş değerlerin ne ahlaki bir kıymeti kalır, ne de gerçek bir etkisi.
Şunu net olarak ifade etmeliyiz: Göç çoğu zaman bir tercih değil, bir zorunluluktur. Hiç kimse doğduğu yeri terk etmez; açlık, savaş, ayrımcılık veya çaresizlik yüzünden yerinden edilir. Göçmenlerin büyük çoğunluğu, dünyanın en güçlü ülkelerinin doğrudan sebep olduğu krizlerin kurbanıdır: savaşlar, sömürgecilik, silah ticareti ve diktatörlüklere verilen destek...
Ancak sorumluluk almak yerine, bu ülkeler şimdi sınırlarını kapatıyor, duvarlar inşa ediyor ve "öteki"yi düşman olarak tanımlıyor. Göçmen artık daha iyi bir hayat arayan bir insan değil; korkulması gereken, dışlanması gereken ve bastırılması gereken “tehlikeli bir yabancı”ya dönüştürülüyor.
Eğer dünya kendine gelmezse, karanlık bir gelecek bizleri bekliyor.
Bu gidişat devam ederse, yalnızca göçmenler değil, onları ağırlayan toplumlar da içeriden çürümeye başlayacaktır. Empati yerine korku eken bir toplum, şiddet biçer. Göçmen karşıtlığı, yalnızca küresel ahlaki bir krizin göstergesi değil, aynı zamanda modern medeniyetin temellerini oluşturan özgürlük, eşitlik ve insan onuru gibi değerlerin çöküşünün işaretidir.
Bu nedenle, mülteci karşıtlığı ne İran’ın, ne Amerika’nın ne de Avrupa’nın özel meselesidir; bu küresel bir krizdir. İnsan haklarını milliyet, ten rengi, dil ya da dine bağladığımız sürece, hiçbir toplum güvende olmayacaktır.
Çünkü dünya yeni bir kolektif vicdana ihtiyaç duyuyor. Bu vicdan, yalnızca vatandaşlar ya da başka ırklara ait olanlar için değil; acı çeken her bir insan için uyanmalıdır.
Son sözüm şudur: Ya bütün insanlar insandır, ya da hiç kimse insan değildir!
Yorumlar